Raymond Chandler, "The Simple Art of Murder"(1950)
BASİT BİR SANAT:CİNAYET
RAYMOND CHANDLER
Hangi şekli alırsa alsın kurgu edebiyatı her zaman gerçekçi olmayı amaçlamıştır.Günümüzde gülünç kaçacak derecede tantanalı ve yapay görünen eski moda romanlar, onları ilk okuyan insanlara öyle gelmiyordu.Fielding ve Smollet gibi yazarlar çağdaş anlamda gerçekçi gibi görünebiliyorlardı, çünkü genellikle hareketlerinde serbest olan karakterlerden söz ediyorlardı. O karakterlerin çoğu da polisin iki adım önündeydi. Oysa Jane Austen'in kırsal soyluların oluşturduğu arka plana karşı duran pısırık, hareketsiz kişiler hakkındaki anlatıları psikolojik açıdan yeterince gerçek görünmektedir. Bugün de çevremizde o tür toplumsal ve duygusal ikiyüzlülük örneklerine sık sık raslanmaktadır. Buna bir de bol miktarda entelektüel gösteriş katarsanız, günlük gazetenizin kitap sayfasındaki havayı, ya da küçük kulüplerdeki tartışma gruplarının soluduğu ciddi ve hoş atmosferi yakalayabilirsiniz.Bunlardır kitapları çok satan yapanlar; dolaylı olarak züppelere yöneltilmiş bir tür cazibeye dayanan promosyonların ürünü.bu kitaplar, bu amaçla eğitilmiş eleştirmenler topluluğunun dikkatli gözetiminde, işi kitap satmak olan çok güçlü baskı grupları tarafından özenle gözetilir ve gelişmeleri sağlanır.
Bu çıkar çevreleri her ne kadar kültür hizmetinde oldukları izlenimini vermeye çalışsalar da. ödemelerinizi biraz geciktirdiğinizde hemen anlarsınız ne denli idealist olduklarını.
Polisiye türünün promosyonu, çeşitli nedenlerle enderdir. Öncelikle, bu tür genellikle cinayetle ilgili olduğundan, manevi yücelme unsurundan yoksundur. Bireyin ve dolayısıyla insan ırkının ideallerinin boşa çıkması demek olan cinayetin sosyolojik bağlamda.ıfade ettiği birçok şey olabilir ve gerçekten vardır da. Fakat yeni bir haber sayılamayacak kadar uzun süredir devam edegelmektedir. Eğer polisiye gerçekçi olacaksa (ki buna çok az rastlanır) olaylara ve kişilere uzaktan, serinkanlı bır şekilde yaklaşır. Aksi takdirde psikopatlardan başka kimse ne yazmak ne de okumak ister bu tür bir öyküyü.Cinayet romanının bir de kendi işini kendi gören, kendi sorunlarını kendi çözen ve sorularının yanıtlarını kendi kendine bulan bir havası vardır ki insanı bunaltır. Geriye tartışacak bir şey kalmaz, yalnızca iyi bir kurgu ürünü sayılacak kadar iyi yazılıp yazılmadığı dışında. Kitabın yarım milyon satmasını sağlayan alıcılar da bunu zaten bilemezler. Kitabın basımından önce alınan ön siparişleri hiç hesaba katmaksızın, yazındaki kaliteyi keşfetmek, bunu iş edinen meslek erbabı için bile hayli zordur.
Polisiye öykü, okuyucu kitlesini yavaş bir damıtma sürecinden geçerek bulmak zorundadır. Bunu gerçekten yaptığı ve sonrasında inatla yerini koruduğu da bir gerçektir.Bunun nedenlerini araştırmak, benimkinden daha sabırlı bir zihne sahip olanların işidir, Ayrıca, polisiyenin sanatın önemli ve hayati bir parçası olduğunu ileri sürmek de benim tezimin amaçları arasında değildir. Sanatın hayati ve önemli biçimleri diye bir şey yoktur; yalnızca sanat vardır ve o da hayli az miktardadır.İnsan nüfusunun artması.bu miktarı çoğaltmış değildir; yalnızca sanatın yerini alan. ikame mallarının üretilip ambalajlanmasında gösterilen beceriyi artırmıştır.
Gelgelelim,en alışılagelmiş şekliyle bile iyi polisiye yazmak zordur. Bu sanat türünün iyi örnekleri, kaliteli ciddi roman örneklerinden çok daha azdır, Daha çok ikinci sınıf mallardır bu hızlı üretim yapılan daldan artakalanlar ve hiçbir zaman piyasaya çıkmamış. olması gereken bir sürü kitap da bir türlü yok olup gitmemektedir. Belediye parklarındaki heykeller kadar dayanaklı ve hemen hemen onlar kadar da sıkıcıdırlar.
‘İdrak sahibi" denilen insanları çok rahatsız etmektedir bu durum, Birkaç yıl öncesinin derinlere nüfuz eden ve önemli kurgu yapıtlarının,kitapçıda "geçen yılın çok satanları’ diye etiketlenmiş özel raflarında beklemeleri ve arada bir eğilip şöyle bir göz.attıktan sonra hemen sıvışan miyop bir müşteriden başka kimsenin semtlerine uğramaması, hoşlarına. gitmemektedir. Bu arada polisiye kitapların bulunduğu rafların önünde yaşlı başlı hanımlar aynı yıllarda basılan Üçlü Cinayet Vak'ası, Müfettiş imdat gibi yapıtlara uzanabilmek için birbirlerini itip 'kakmaktadırlar. "Gerçekten önemli yapıtlar" kitapçının eski kitap. Rafında tozlanırken; Ölüm Sarı Jartiyer Giyiyordu türünden kitapların elli ile yüz bin arasında tekrar tekrar basılıp gazete bayilerinde satılıp durması da hoşlarına gitmemektedir.
Hemingway bir yerde, iyi yazarların ancak ölülerle rekabet ettiğini yazmıştı. İyi polisiye yazarları ise (eninde sonunda birkaç tane olmalı) daha gömülmemiş olan tüm ölülerden başka bir de yaşayanlarla rekabet etmek durumundadır.Üstelik hemen hemen eşit koşullarda; çünkü bu tür yazının özelliklerinden biri, kitabı okutan şeyin hiçbir zaman modasının geçmemesidir.kahramanımızın kravatı biraz eski tip; . kır saçlı iyi yürekli müfettişin cinayet yerine geldiği araç, canavar düdükleri öten bir polis arabası yerine tek atlı bir fayton olabilir. Fakat oraya vardığında her zamanki gibi, sefer tarifeleri filan hakkında dırdır edip,yarısı yanmış kağıt parçalarını karıştırır, okuma odasının penceresinin önündeki çiçekliğe kimin basmış olabileceği hakkında ahkam keser.
Sanırım geleneksel ya da klasik ya da doğrudan tümdengelimci ya da mantıksal ve tümdengelimci polisiye romanının ana çelişkisi. mükemmele yaklaşması için aynı zihinde bulunmayan niteliklerin kombinasyonunu gerektirmesidir.Serinkanlı kurgucu yazar, aynı zaman da hem canlı karakterler yaratmayı,hem keskin bir diya1og kurmayı, hem bir tempo duygusu yaratmayı,hem de gözlenen ayrıntıların güçlü bir biçimde kullanımını beceremez. Kasvetli mantıkçı bir resim tahtasındaki kadar atmosfer yaratabilir. Bilimsel dedektif ise gıcır gıcır,pırıl pırıl bir laboratuara sahiptir ama ne yazık ki suratının neye benzediğini bir türlü gözünüzde canlandıramazsınız. Canlı ve renkli bir nesir yazabilen kişi ise, sanığın çürütülemez gibi gözüken karşı iddialarını çürütmek için gereken hamallığa hiç yanaşmak istemez.
Her polisiye yazar hata yapar ve hiçbiri gerektiği kadar bilgiye sahip değildir; Conan Doyle'un inanılmaz hataları vardır. Ne var ki o bu işin öncülerindendi ve Sherlock Holmes da çoğunluk bir tavırdan ve birkaç düzme unutulmaz diyalogdan ibarettir. Bay Howard Haycraft'ın Zevk için Cinayet adlı kitabında polisiye romanın altınçağı diye adlandırdığı devrin hanım ve beyefendileridir beni. gerçekten hüzünlendiren. Bu çok eski bir devir değildir. Bay Haycraft'e göre Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlamış ve l930'lara kadar sürmüştür. Pratikte hala sürmektedir. Yayınlanan tüm polisiyelerin üçte ikisi hatta dörtte üçü, hala bu devrin devlerinin yarattıkları,mükemmelleştirdikleri,cilaladıkları ve dünyaya mantık ve tümdengelim problemleri olarak sattıkları formüllere bağlı kalmıştır.
Söz konusu yazının görkemli parçalarından birine bakalım; okuyucuyu aldatmadan .kandırmanın tescilli başyapıtlarından birine; A.A.Milne'nin Kırmızı Evin Esrarı, Alexander Woolleott tarafından "tüm zamanların en iyi üç polisiye romanından biri" olarak nitelendırilmiştir.1922 yılında yayınlanmış olan bu kitap on üç baskı yapmış ve ilk şekliyle on altı yıl piyasada kalmıştır. Bu hangi türden olursa olsun, çok az kitabın erişebileceği bir başarıdır. Hoş, hafif bir öyküdür. Punch mizah dergisinin uslübunda eğlendirici ve aldatıcı bir akıcılığı vardır; göründüğü kadar kolay değildir okuması.
Olay, Mark Ablett'in, arkadaşlarına bir şaka yapmak amacıyla, kardeşi Robert'in kimliğine bürünmesiyle ilgilidir. Mark, tipik bir İngiliz kır pansiyonu olan Kırmızı Ev’in sahibidir ve kendisini bu oyuna itekleyen, yüreklendiren bir sekreteri vardır; sekreterin amacı, bu oyun başarıya ulaşırsa, onu öldürmektir. Kırmızı Ev'in müdavimlerinden kimse on beş yıldır Avustralya'da bulunan ve işe yaramaz biri olarak tanınan Robert'i görmemiştir. Robert'ten gelmiş olan bir mektuptan bahsedilir durur, ama mektup hiç ortaya çıkmaz. Mektup, . Robert'in İngiltere'ye döneceğini bildirmektedir ve Mark da bunun pek hoş bir olay olmayacağını ima etmektedir. Nihayet günlerden bir gün öğleden sonra Robert çıkagelir, kendini. birkaç hizmetkara tanıtır,çalışma odasına götürülür ve Mark da (soruşturma sırasında alınan ifadelere göre) arkasından odaya girer. Robert, daha sonra kafasında bir kurşun deliğiyle yerde yatarken bulunur: tabii Mark ortadan yok olmuştur.Polis gelir, cinayet sanığı olarak Mark'dan şüphelenirler, ortalığı toplayıp cesedi götürürler ve soruşturmayı sürdürürler.
Milne çok zorlu bir engelin farkındadır ve elinden geleni yapar aşmak için .. Sekreter, Mark'ı Robert'in kimliğine bürünür bürünmez öldüreceğine göre bu oyunun polise de yutturulması için}cinayetten sonra da sürdürülmesi gerekmektedir.Ayrıca Kırmızı Ev'in çevresindeki herkes Mark'ı çok yakından tanıdığından, tebdili kıyafet de gereklidir, Mark'ın sakalı kesilerek, ellerine ve tırnaklarına daha az bakımlı bir görüntü verilerek boğuk ve sert bir sesle, kaba tavırlar kullanılarak sağlanır bu. Ama bu da yeterli değildir.Polisler cesetle birlikte üstündeki giysileri ve ceplerindekini de alacaklardır. Dolayısıyla bu objelerin Mark'ın gerçek kimliğini ele vermemesi şarttır. Bu yüzden Milne,ortaya şu gerekçeyi atar; Mark öylesine kendini beğenmiş bir oyuncudur ki, Othello'yu oynamak için suratını isle boyayan acemi aktör gibi giyinmiştir tepeden tırnağa (bu arada tüm giydiklerinin etiketleri de sekreter tarafından sökülmüştür). Okuyucu bunu yerse, (ki satış rakamlan yediğini göstermektedir) Milne açık vermeyeceğini hesaplamaktadır. Öykü, dokusu bakımından ne kadar hafif olsa da, bir mantık ve tümdengelim problemi olarak sunulmaktadır.
Zaten öykü de bundan ibarettir.Eğer-kurgu yanlışsa, hafif bir roman olarak bile kabul edilemez, çünkü hafif bir romanın, konusunu oluşturabilecek hiçbir şey yoktur içinde. Çözülecek .problem, hakikat ve inanılabilirlik unsurlarını içermiyorsa, problem değildir. Mantığı illüzyondan ibaretse, tümdengelim yöntemiyle varılacak hiçbir sonuç yoktur. Kimlik takası, okuyucuya bir kez bunun için gerekli koşullar anlaşıldıktan sonra olanaksız gözüküyorsa, o zaman tüm öykü sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Kasıtlı bir sahtekarlık değildir, çünkü Milne başına gelecekleri bilseydi bu öyküyü yazmazdı zaten. Karşısında ölümcül bir sürü engel bulunmakla beraber, hiçbirini hesaba bile katmamaktadır; Sıradan okuyucu için de aynı şey geçerlidir, çünkü öyküyü sevmek istediğinden, göründüğü gibi kabul etmektedir her şeyi. Ne var ki hayatın gerçeklerini bilmesi beklenen okuyucu değil, yazardır. bu olaydaki uzman kişi odur.
Bir de Freeman Wills Crofts vardır (çok fanteziye kaçmadığı sürece hepsinden iyi kurgucudur) ki, bir öyküsündeki katil makyajla, saniyesi saniyesine zamanlama ve bazı tatlı kaçamaklarla biraz önce .öldürdüğü adamın kılığına bürünüp onu cinayet mahallinden uzaklara kaçırmayı başarır.
Dorothy Sayers'in bir öyküsündeyse, adamın biri geceleyin evinde yalnızken üstüne mekanik olarak bırakılan bir ağırlığın altında ezilerek ölür. Bu mekanizmanın başarıya ulaşmasının nedeni, adamın radyosunu hep belli bir dakikada açması, karşısında hep belli bir pozda durması ve hep belli bir şekilde ileri doğru eğilmesidir. Sağa sola beş on santim kıpırdasa, Sayers'in müşterileri de hava alacaktır. Buna halk arasında "armut piş ağzıma düş" derler; Tanrı'dan bu kadar yardım bekleyen bir katil kendine yanlış meslek seçmiş demektir.
Agatha Christie'nin de Bay Hercule Poirot'u başrole çıkardığı bir kurgusu vardır ki, orada ilkokul Fransızcası'nın kelimesi kelimesine çevirisi gibi konuşan bu dahi Belçikalı "küçük gri hücrelerini" karıştırarak belli bir yataklı vagondaki kimsenin cinayeti tek başına işlemiş olamayacağını, dolayısıyla herkesin birlikte işlemiş olması gerektiğini ortaya çıkarır. Bütün cinayet sürecini bir mikseri monte edermişçesine bir dizi basit işleme indirgeyerek varır bu sonuca. İşte bu; en keskin zekayı bile sollayıp geçen tiptir. Ancak yarım akıllı biri tahmin edebilir çünkü böyle bir sonucu.
Bu yazarların ve kendi ekollerinden başkalarının çok daha iyi kurguları vardır. Bu öyküler ne yenidir, ne de eski. Değindiklerimin hepsi İngilizdi, çünkü konunun uzmanları İngilizlerln bu sıkıcı rutinde ileride olduğunu, Amerikalıların ise (polisiye romanlarının belki de en eşekçe yaratılmış karakteri olan. Philo Vance'i yaratan dahil) ancak ikinci ligde oynayabileceklerini düşünmektedirler.
Klasik polisiye ne yeni bir şey öğrenmiş ne de öğrendiğini unutmuştur, Şu yüksek tirajlı parlak magazinlerde hemen her hafta güzelcene resimlenmiş olarak bulabileceğiniz, bekarete ve moda tüketim maddelerine gerekli saygıyı gösteren öyküler sürer gider. Belki temposu biraz artmıştır, diyaloglar ise biraz daha cilalanmıştır. Yeni moda kokteyllerden daha fazla ısmarlanır, Vogue'dan daha fazla giyinen vardır, House Beautiful'daki .modellere göre döşenmiş daha fazla ev, daha fazla zerafet; ama daha fazla gerçek yoktur. Miami otellerinde ve Cape Cod gibi gözde Amerikan tatil yerlerin. de daha fazla vakit geçiririz, ama Kraliçe Elizabeth zamanından kalmış eski köşkün bahçesine daha az ineriz. Temelde, şüpheliler Yine eskisi gibi gruplanır; eskisi gibi tamamen anlaşılmaz trikler kullanılır, örneğin Mrs. Pottington Postlethwaite'i her çeşitten on beş konuğun önünde Lakme operasının Çan aryasının en üst notasını söylerken platin hançerle nasıl öldürdükleri gibi. Geceleyin kürkyakalı pijamasıyla Çığlıklar atıp tüm evhalkını odalarından dışarı uğratan saf kız gibi; ertesi gün konuklar egzotik kokteyllerini yudumlayarak; birbirlerini istihzayla süzerken ortalığa hakim olan sinirli sessizlik içinde aynasızların kafalarında Derby şapkaları,sürünerek Acem halılarının altlarına bakmaları gibi.
Şahsen ben İngiliz üslubunu daha çok tutuyorum. Ö kadar kırılgan olmadığı gibi, insanlar da kural, olarak giysilerini giyerler, içkilerini içerler. Arka plan daha belirgindir; bilmemne malikanesi gerçekten bütün olarak vardır, yalnızca kameranın gördüğü kısmıyla değil. Çimlerin üzerinde daha uzun yürüyüşler yapılır ve karakterler biraz önce MGM stüdyolarının sınavından çıkmış gibi davranmaya çabalamazlar.
Bütün bu polisiye romanları hakkında söylenebilecek çok basit bir söz vardır: Entelektüel açıdan bir problem olarak sunulamayacakları gibi, sanatsal açıdan da kurgu örneği olarak sunulamazlar. Çok uyduruk ve dünyamızda olup bitenden çok habersizdirler, Dürüst olmaya çalışırlar ama dürüstlük de bir sanattır. Kötü yazar, farkına varmadan sahtekarlık yapar; daha iyicesi ise ne konuda dürüst olması gerektiğini bilmediğinden, sahtekarlık yapabilir. Ayrıntılarla ilgilenmeyen tembel okuyucuyu afallatan bir cinayet tasarısının, ayrıntılarla ilgilenen polisi de afallatacağını düşünür.
Ayaklarını masaya uzatmış oturan polisler bilirler ki dünyanın en kolay çözülen cinayet olayları, birinin fazla cingözlük etmeye çalıştığı türden olaylardır. Onları asıl tedirgin eden, iki dakika içinde tasarlanıp icra edilen cinayetlerdir. Ne var ki bu romanların yazarları gerçek dünyada işlenilen cinayetleri anlatmaya kalksalar, insanların gerçekten yaşadıkları hayatı da olduğu gibi yansıtmak zorunda kalacaklardır. Bunu da yapamadıklarından yaptıkları şey, yapılması gerekenmiş gibi davranmaktadırlar.
İlk Omnibus of Crime adlı kitabının girişinde,Dorotby Sayers şöyle yazmıştır: "Polisiye, yazınsal başarının en yüce düzeyine çıkmaz ve doğası itibariyle hiçbir zaman da oraya erişmesi beklenemez." Ona göre bunun bir nedeni polisiyenin bir "kaçış yazını" olması, bir "ifade yazını" olmamasıdır. Ne ben, ne Shakespeare, ne de Bayan Sayers.bu "en yüce" düzeyin ne olduğunu bilmeyiz ama. Bütün şartlar eşitse (ki hiçbir zaman eşit değildir) daha güçlü bir tema, daha güçlü. bir performansa yol açar.
İfade yazını veya kaçış yazını gibi deyimler ise eleştirmenlerden başka kimsenin anladığı laflar değildir;kanlı canlı yazılan her şey o canlılığı yansıtır. Sıkıcı konu diye bir şey yoktur, sıkıcı dimağlar vardır yalnızca. Okuyan herkes, başka bir dünyadan, kitabın sayfalarının ardındaki bir dünyaya kaçar zaten. Bu dünyanın kalitesi ayrı bir tartışma konusudur. Herkesin zaman zaman kendine özel düşüncelerinin ölümcül ritminden sıyrılması gerekir, düşünen yaratıkların yaşama sürecinin bir parçasıdır bu. Sanırım Sayers'i bunları yazmaya iten şey, yavaş yavaş kendi yazdığı tür polisiyenin birinci sınıf yazını oluşturan şeylerle ilgisi olmadığını kavramaya başlamasıdır. Yazılanlar gerçek insanlar hakkında olunca, bu insanların hemen gerçeklik dışı şeyler yapmaları gerekmektedir, kurgunun gerektirdiği yapay, düzene uyabilmeleri için. Ama gerçeklik dışı şeyler yapmaya başlayınca da gerçek kişiliklerini kaybederler.
Robert Graves ve Alan Hodge, The Long Weekend'de Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz toplumunu çok yetkin bir dille anlatırken, polisiye türüne de biraz yer vermişlerdir. Kitapları bir düzine dilde milyonlarca basılan bu.iki yazar, Altın çağ boyunca tek bir kişinin tam anlamıyla polisiye romanı yazmış olduğunu söylerler: Amerikalı yazar Dashiell Hammett.
Hammert'in ne kadar özgün bir yazar olduğuna şimdi bile karar vermek zordur. Eleştirmenlerin onayladığı tek yazar grubuna mensuptur ama gerçekçi polisiye yazan veya yazmaya çalışan tek yazar değildir. Tüm yazınsal hareketler böyledir zaten; içlerinden bir yazar seçilir tüm hareketi temsil etmesi için. Genellikle hareketin ulaştığı doruk noktasıdır o. Hammett de bu ekolün ası olmakla beraber, yazdıklarında Hemingway'in ilk roman ve kısa .öykülerinde içerilmeyen hiçbir şey yoktur.
Hammett'in belirli bir sanatsal amacı olduğunu sanmıyorum; ilk elden bilgi sahibi olduğu bir konuda yazarak hayatını kazanmaya uğraşıyordu yalnızca: Yazdıklarının bir kısmını, tüm yazarların yaptığı gibi uydurmuştur, ama uydurduklarının da gerçek bir temeli vardır. Gerçekte olan şeylerden yola çıkılmıştır.
Hammett, başlangıçta (ve hemen hemen sonuna kadar) hayata saldırgan, keskin bir yaklaşımı olan insanlar için yazmıştır. Bu insanlar olayların balçıklı yanından ürkmeyen tiplerdi, çünkü zaten içinde yaşıyorlardı. Şiddet onları tedirgin etmezdi çünkü oturdukları sokakta kol geziyordu. Hammett cinayet fiilini bunu bir nedenle yapan insanlara mal etmiştir, yalnızca bir ceset olsun diye cinayet işleyenlere değil.. Bu insanları oldukları gibi kağıda dökmüştür; bu amaçla kullandıkları dilde konuşturmuş ve düşündürmüştür onları.
Üslubu vardı Hammett'in,ama okuyucuları bilmezdi bunu, çünkü bu .tür inceliklere yetmesi beklenmeyen bir dilde yazıyordu. Okuyucuları. kendilerinin de konuştuklarını hayal ettikleri bir argoyla yazılmış şöyle keyifli bir melodram okuduklarını sanıyorlardı. Bir bakıma öyleydi, ama bunun çok ötesindeydi de. Tüm. diller konuşulanla başlar, hem de sokaktaki insanın konuştuğuyla, ama yazınsal bir ortam yaratmaya varınca iş, artık yalnızca konuşma gibi gözükür.Hammett'in kalpslz, gaddar biri olduğu söylenmiştir, ama en benimsediği öyküsü, bir adamın arkadaşına olan sadakatını konu alan romanıdır ... Çok tutumlu ve katıydı ama en iyi yazarların harcı olan, daha önce hiç yazılmamış izlenimi veren sahneler yazmayı başarmıştır.
Hammett, bu arada polisiyenin kalıbını da bozmamıştır.Bir şeyin üretimi, üretilebilecek bir form gerektirdiğinden,kimse de bozamaz zaten. Gerçekçilik çok fazla yetenek, bilgi, bilinçlilik gerektirir.Ve o, polisiyenin önemli bir yazı türü olabileceğini göstermiştir.Malta Şahini bir deha örneği olabilir veya olmayabilir, fakat böyle bir ürünü verebilen bir sanat, (Sayers'in deyişiyle) "doğası itibariyle" herhangi bir düzeye erişemeyecek nitelikte olamaz.
Gerçekçi üslubu kötüye kullanmak kolaydır; aceleden, bilinçsizlikten, yazarın söyleyebilmeyi istediğiyle, söylemesini bildiği arasındaki uçurumu aşmak yeteneğinin olmamasından., Sahtecilik kolaydır bu işte; vahşet kuvvet demek olmadığı gibi, kaypaklık da ince bir zeka demek değildir. Devamlı bir şeyler olacakmış gibi yazmak da hiçbir şey olmayacakmış gibi yazmak kadar sıkıcı olabilir. Şehvetli sarışınlarla oynaşmak, kafalarında şehvetli sarışınlarla oynaşmaktan başka düşünce olmayan abaza herifler tarafından tasvir edildiğinde çok tekdüze olabilir. Ve hala daha Hammett'in yazdıklarının polisiye olmadığını, yalnızca pis sokaklardaki bayağı yaşantının katı bir dille kaleme alınmış tutanaklarından ibaret olduğunu söyleyenler çıkıyorsa, bunlar her iki cinsiyetten (ya da hiçbir cinsiyetten) , şaşkın tiplerdir ki, cinayetlerin manolya tomurcuklarının rayihasıyla bezenmesini isterler, cinayet fiilinin sınırsız bir zalimliğin eseri olduğunun hatırlatılmasından hiç hoşlanmazlar. (Failler istedikleri kadar playboylara, ya da üniversite profesörlerine veya hafif kır saçlı anaç kadınlara benzesinler, ) Klasik polisiyenin bazı savunucuları da, illa açık seçik bir problem ortaya konsun isterler, çözüm yolunu gösteren ipuçları da düzenli bir şekilde, etiketlenmiş dünyadan bahsetmektedir.olarak. Ne var ki bütün bunlar benim için (Hammett için de) yeterli değildir. Cinayet romanlarının gerçekçi yazan; gangsterlerin kentleri ve hatta ülkeleri yönettiği, otellerin, apartmanların, ünlü restoranların parayı kerhanelerden kazanan adamlara (ya da madamlara) ait olduğu, bir sinema yıldızının bir yeraltı çetesinin paravanlığını yaptığı, katın öbür tarafındaki dairede oturan sevimli beyin illegal bahsi müşterek işinin patronu olduğu, evinin bodrumu kaçak içkiyle dolu bir yargıcın cebinde bir çeyrek litrelik içkiyle yakalanan garibanı kodese tıktığı, belediye başkanımızın para kazanma aracı olarak cinayetlere yeşil ışık yaktığı, hak ve hukuk düzeninin yalnızca ağzınızda sakız olup, kimsenin uygulamaya yanaşmadığı bir kavramdan ibaret bulunması nedeniyle gece karanlık sokaklardan güven içinde geçemediğiniz, güpegündüz sokakta adam soyduklarına ve bunu kimin yaptığına tanık Olup, herhangi birine bunu anlatacak yerde hemen kalabalığın arasına karışıp sıvıştığınız, çünkü ifade verdiğiniz takdirde soyguncuların uzun namlulu tüfekler taşıyan dostları olduğundan veya polisin tanıklığınızdan hoşlanmayacağından korktuğunuz, her halükarda suçluların savunmasını üstlenen hilebaz avukatın sizi mahkemede bir dizi seçilmiş geri zekadan oluşan jüri önünde sıkıştırıp suistimal etmesine politikacı tipli bir yargıcın izin vereceğinden çekindiğiniz bir sanat sıfatını alan her şeyde bir selamet unsuru vardır. Saf trajedi olabilir,ya da acıma veya ironi, ya da güçlü adamın kaba kahkahası. Fakat bu pis acımasız sokaklarda, kendisi acımasız olmayan, ne lekelenmiş ne de korkak olan bir adam da bulunmalıdır. Bu tür öyküdeki dedektif, işte böyle biridir. Dört dörtlük bir adam olduğu gibi, sıradan basit bir adam da olmalıdır. Aynı zamanda alışılagelmemiş bir tip de olmalıdır. Onurlu bir kişi olmalıdır, içgüdüsel olarak, kaçınılmaz olarak, hiç düşünmeden, özellikle hiç dile getirmeden bunu. Çevresindeki en iyi adam olmalıdır. Özel yaşamı beni ilgilendirmez, belki bir düşesi iğfal eder ama bir bakireden istifade etmeye kalkmaz. Eğer bir konuda onurluysa, her konuda onurludur. Görece kıt kanaat geçinen biridir, yoksa dedektif olmazdı zaten. Sıradan biri olduğu için sıradan insanların arasına karışabilir. Belli bir karakteri vardır. Kimsenin arka cebine para sıkıştırmasına, kimsenin karşılığını görmeden kendisine hakaret etmesine tahammül etmez. Yalnız bir adamdır, gururlandığı tek şey, gururuyla oynadığınız takdirde, sizi pişman edeceğini bilmesidir .Öykü de işte bu adamın gizli bir hakikatın peşinde yaşadığı serüvenden oluşmaktadır. Zaten serüven yaşamaya uygun karakterde biri olmasaydı, serüven olmazdı yaşadıkları. Sizi şaşırtan genişlikte bir bilinçliliği vardır, ama bu onun hakkıdır zaten; çünkü içinde yaşadığı dünyaya aittir bu bilinç; Onun gibi yeteri sayıda insan olsaydı, dünya çok güvenli ve aynı zamanda çok da tekdüze olmayan bir yer olurdu yaşamamız için.
Türkçesi: Osman Deniztekin
Varlık Dergisi 1991 tarihli 1007 sayılı polisiye özel sayısından alınmıştır.
Raymond Chandler, "The Simple Art of Murder"(1950)
Fiction in any form has always intended to be realistic. Old-fashioned novels which now seem stilted and artificial to the point of burlesque did not appear that way to the people who first read them. Writers like Fielding and Smollett could seem realistic in the modern sense because they dealt largely with uninhibited characters, many of whom were about two jumps ahead of the police, but Jane Austen’s chronicles of highly inhibited people against a background of rural gentility seem real enough psychologically. There is plenty of that kind of social and emotional hypocrisy around today. Add to it a liberal dose of intellectual pretentiousness and you get the tone of the book page in your daily paper and the earnest and fatuous atmosphere breathed by discussion groups in little clubs. These are the people who make bestsellers, which are promotional jobs based on a sort of indirect snob-appeal, carefully escorted by the trained seals of the critical fraternity, and lovingly tended and watered by certain much too powerful pressure groups whose business is selling books, although they would like you to think they are fostering culture. Just get a little behind in your payments and you will find out how idealistic they are.
The detective story for a variety of reasons can seldom be promoted. It is usually about murder and hence lacks the element of uplift. Murder, which is a frustration of the individual and hence a frustration of the race, may have, and in fact has, a good deal of sociological implication. But it has been going on too long for it to be news. If the mystery novel is at all realistic (which it very seldom is) it is written in a certain spirit of detachment; otherwise nobody but a psychopath would want to write it or read it. The murder novel has also a depressing way of minding its own business, solving its own problems and answering its own questions. There is nothing left to discuss, except whether it was well enough written to be good fiction, and the people who make up the half-million sales wouldn’t know that anyway. The detection of quality in writing is difficult enough even for those who make a career of the job, without paying too much attention to the matter of advance sales.
The detective story (perhaps I had better call it that, since the English formula still dominates the trade) has to find its public by a slow process of distillation. That it does do this, and holds on thereafter with such tenacity, is a fact; the reasons for it are a study for more patient minds than mine. Nor is it any part of my thesis to maintain that it is a vital and significant form of art. There are no vital and significant forms of art; there is only art, and precious little of that. The growth of populations has in no way increased the amount; it has merely increased the adeptness with which substitutes can be produced and packaged.
Yet the detective story, even in its most conventional form, is difficult to write well. Good specimens of the art are much rarer than good serious novels. Rather second-rate items outlast most of the high velocity fiction, and a great many that should never have been born simply refuse to die at all. They are as durable as the statues in public parks and just about that dull. This is very annoying to people of what is called discernment. They do not like it that penetrating and important works of fiction of a few years back stand on their special shelf in the library marked "Best-Sellers of Yesteryear," and nobody goes near them but an occasional shortsighted customer who bends down, peers briefly and hurries away; while old ladies jostle each other at the mystery shelf to grab off some item of the same vintage with a title like The Triple Petunia Murder Case, or Inspector Pinchbottle to the Rescue. They do not like it that "really important books" get dusty on the reprint counter, while Death Wears Yellow Garters is put out in editions of fifty or one hundred thousand copies on the news-stands of the country, and is obviously not there just to say goodbye.
To tell you the truth, I do not like it very much myself. In my less stilted moments I too write detective stories, and all this immortality makes just a little too much competition. Even Einstein couldn’t get very far if three hundred treatises of the higher physics were published every year, and several thousand others in some form or other were hanging around in excellent condition, and being read too. Hemingway says somewhere that the good writer competes only with the dead. The good detective story writer (there must after all be a few) competes not only with all the unburied dead but with all the hosts of the living as well. And on almost equal terms; for it is one of the qualities of this kind of writing that the thing that makes people read it never goes out of style. The hero’s tie may be a little off the mode and the good gray inspector may arrive in a dogcart instead of a streamlined sedan with siren screaming, but what he does when he gets there is the same old futzing around with timetables and bits of charred paper and who trampled the jolly old flowering arbutus under the library window.
I have, however, a less sordid interest in the matter. It seems to me that production of detective stories on so large a scale, and by writers whose immediate reward is small and whose need of critical praise is almost nil, would not be possible at all if the job took any talent. In that sense the raised eyebrow of the critic and the shoddy merchandizing of the publisher are perfectly logical. The average detective story is probably no worse than the average novel, but you never see the average novel. It doesn’t get published. The average—or only slightly above average—detective story does. Not only is it published but it is sold in small quantities to rental libraries, and it is read. There are even a few optimists who buy it at the full retail price of two dollars, because it looks so fresh and new, and there is a picture of a corpse on the cover. And the strange thing is that this average, more than middling dull, pooped-out piece of utterly unreal and mechanical fiction is not terribly different from what are called the masterpieces of the art. It drags on a little more slowly, the dialogue is a little grayer, the cardboard out of which the characters are cut is a shade thinner, and the cheating is a little more obvious; but it is the same kind of book. Whereas the good novel is not at all the same kind of book as the bad novel. It is about entirely different things. But the good detective story and the bad detective story are about exactly the same things, and they are about them in very much the same way. There are reasons for this too, and reasons for the reasons; there always are.
I suppose the principal dilemma of the traditional or classic or straight-deductive or logic—and—deduction novel of detection is that for any approach to perfection it demands a combination of qualities not found in the same mind. The cool-headed constructionist does not also come across with lively characters, sharp dialogue, a sense of pace and an acute use of observed detail. The grim logician has as much atmosphere as a drawing-board. The scientific sleuth has a nice new shiny laboratory, but I’m sorry I can’t remember the face. The fellow who can write you a vivid and colorful prose simply won’t be bothered with the coolie labor of breaking down unbreakable alibis. The master of rare knowledge is living psychologically in the age of the hoop skirt. If you know all you should know about ceramics and Egyptian needlework, you don’t know anything at all about the police. If you know that platinum won’t melt under about 2800 degrees F. by itself, but will melt at the glance of a pair of deep blue eyes when put close to a bar of lead, then you don’t know how men make love in the twentieth century. And if you know enough about the elegant flânerie of the pre-war French Riviera to lay your story in that locale, you don’t know that a couple of capsules of barbital small enough to be swallowed will not only not kill a man—they will not even put him to sleep, if he fights against them.
Every detective story writer makes mistakes, and none will ever know as much as he should. Conan Doyle made mistakes which completely invalidated some of his stories, but he was a pioneer, and Sherlock Holmes after all is mostly an attitude and a few dozen lines of unforgettable dialogue. It is the ladies and gentlemen of what Mr. Howard Haycraft (in his book Murder for Pleasure) calls the Golden Age of detective fiction that really get me down. This age is not remote. For Mr. Haycraft’s purpose it starts after the first World War and lasts up to about 1930. For all practical purposes it is still here. Two-thirds or three-quarters of all the detective stories published still adhere to the formula the giants of this era created, perfected, polished and sold to the world as problems in logic and deduction. These are stern words, but be not alarmed. They are only words. Let us glance at one of the glories of the literature, an acknowledged masterpiece of the art of fooling the reader without cheating him. It is called The Red House Mystery,was written by A. A. Milne, and has been named by Alexander Woollcott (rather a fast man with a superlative) "one of the three best mystery stories of all time." Words of that size are not spoken lightly. The book was published in 1922, but is quite timeless, and might as easily have been published in July 1939, or, with a few slight changes, last week. It ran thirteen editions and seems to have been in print, in the original format, for about sixteen years. That happens to few books of any kind. It is an agreeable book, light, amusing in the Punch style, written with a deceptive smoothness that is not as easy as it looks.
It concerns Mark Ablett’s impersonation of his brother Robert, as a hoax on his friends. Mark is the owner of the Red House, a typical laburnum-and-lodge-gate English country house, and he has a secretary who encourages him and abets him in this impersonation, because the secretary is going to murder him, if he pulls it off. Nobody around the Red House has ever seen Robert, fifteen years absent in Australia, known to them by repute as a no-good. A letter from Robert is talked about, but never shown. It announces his arrival, and Mark hints it will not be a pleasant occasion. One afternoon, then, the supposed Robert arrives, identifies himself to a couple of servants, is shown into the study, and Mark (according to testimony at the inquest) goes in after him. Robert is then found dead on the floor with a bullet hole in his face, and of course Mark has vanished into thin air. Arrive the police, suspect Mark must be the murderer, remove the debris and proceed with the investigation, and in due course, with the inquest.
Milne is aware of one very difficult hurdle and tries as well as he can to get over it. Since the secretary is going to murder Mark once he has established himself as Robert, the impersonation has to continue on and fool the police. Since, also, everybody around the Red House knows Mark intimately, disguise is necessary. This is achieved by shaving off Mark’s beard, roughening his hands ("not the hands of a manicured gentlemen"—testimony) and the use of a gruff voice and rough manner. But this is not enough. The cops are going to have the body and the clothes on it and whatever is in the pockets. Therefore none of this must suggest Mark. Milne therefore works like a switch engine to put over the motivation that Mark is a thoroughly conceited performer that he dresses the part down to the socks and underwear (from all of which the secretary has removed the maker’s labels), like a ham blacking himself all over to play Othello. If the reader will buy this (and the sales record shows he must have) Milne figures he is solid. Yet, however light in texture the story may be, it is offered as a problem of logic and deduction. If it is not that, it is nothing at all. There is nothing else for it to be. If the situation is false, you cannot even accept it as a light novel, for there is no story for the light novel to be about. If the problem does not contain the elements of truth and plausibility, it is no problem; if the logic is an illusion, there is nothing to deduce. If the impersonation is impossible once the reader is told the conditions it must fulfill, then the whole thing is a fraud. Not a deliberate fraud, because Milne would not have written the story if he had known what he was up against. He is up against a number of deadly things, none of which he even considers. Nor, apparently, does the casual reader, who wants to like the story, hence takes it at its face value. But the reader is not called upon to know the facts of life; it is the author who is the expert in the case. Here is what this author ignores:
1. The coroner holds formal jury inquest on a body for which no competent legal identification is offered. A coroner, usually in a big city, will sometimes hold inquest on a body that cannot be identified, if the record of such an inquest has or may have a value (fire, disaster, evidence of murder, etc.). No such reason exists here, and there is no one to identify the body. A couple of witnesses said the man said he was Robert Ablett. This is mere presumption, and has weight only if nothing conflicts with it. Identification is a condition precedent to an inquest. Even in death a man has a right to his won identity. The coroner will, wherever humanly possible, enforce that right. To neglect it would be a violation of his office.
2. Since Mark Ablett, missing and suspected of murder, cannot defend himself, all evidence of his movements before and after the murder is vital (as also whether he has money to run away on); yet all such evidence is given by the man closest to the murder, and is without corroboration. It is automatically suspect until proved true.
3. The police find by direct investigation that Robert Ablett was not well thought of in his native village. Somebody there must have known him. No such person was brought to the inquest. (The story couldn’t stand it.)
4. The police know there is an element of threat in Robert’s supposed visit, and that it is connected with the murder must be obvious to them. Yet they make no attempt to check Robert in Australia, or find out what character he had there, or what associates, or even if he actually came to England, and with whom. (If they had, they would have found out he had been dead three years.)
5. The police surgeon examines the body with a recently shaved beard (exposing unweathered skin), artificially roughened hands, yet the body of a wealthy, soft-living man, long resident in a cool climate. Robert was a rough individual and had lived fifteen years in Australia. That is the surgeon’s information. It is impossible he would have noticed nothing to conflict with it.
6. The clothes are nameless, empty, and have had the labels removed. Yet the man wearing them asserted an identity. The presumption that he was not what he said he was is overpowering. Nothing whatever is done about this peculiar circumstance. It is never even mentioned as being peculiar.
7. A man is missing, a well-known local man, and a body in the morgue closely resembles him. It is impossible that the police should not at once eliminate the chance that the missing man is the dead man. Nothing would be easier than to prove it. Not even to think of it is incredible. It makes idiots of the police, so that a brash amateur may startle the world with a fake solution.
The detective in the case is an insouciant gent named Antony Gillingham, a nice lad with a cheery eye, a cozy little flat in London, and that airy manner. He is not making any money on the assignment, but is always available when the local gendarmerie loses its notebook. The English police seem to endure him with their customary stoicism; but I shudder to think of what the boys down at the Homicide Bureau in my city would do to him.
There are less plausible examples of the art than this. In Trent’s Last Case (often called "the perfect detective story") you have to accept the premise that a giant of international finance, whose lightest frown makes Wall Street quiver like a chihuahua, will plot his own death so as to hang his secretary, and that the secretary when pinched will maintain an aristocratic silence; the old Etonian in him maybe. I have known relatively few international financiers, but I rather think the author of this novel has (if possible) known fewer. There is one by Freeman Wills Crofts (the soundest builder of them all when he doesn’t get too fancy) wherein a murderer by the aid of makeup, split second timing, and some very sweet evasive action, impersonates the man he has just killed and thereby gets him alive and distant from the place of the crime. There is one of Dorothy Sayers’ in which a man is murdered alone at night in his house by a mechanically released weight which works because he always turns the radio on at just such a moment, always stands in just such a position in front of it, and always bends over just so far. A couple of inches either way and the customers would get a rain check. This is what is vulgarly known as having God sit in your lap; a murderer who needs that much help from Providence must be in the wrong business. And there is a scheme of Agatha Christie’s featuring M. Hercule Poirot, that ingenius Belgian who talks in a literal translation of school-boy French, wherein, by duly messing around with his "little gray cells," M. Poirot decides that nobody on a certain through sleeper could have done the murder alone, therefore everybody did it together, breaking the process down into a series of simple operations, like assembling an egg-beater. This is the type that is guaranteed to knock the keenest mind for a loop. Only a halfwit could guess it.
There are much better plots by these same writers and by others of their school. There may be one somewhere that would really stand up under close scrutiny. It would be fun to read it, even if I did have to go back to page 47 and refresh my memory about exactly what time the second gardener potted the prize-winning tea-rose begonia. There is nothing new about these stories and nothing old. The ones I mentioned are all English only because the authorities (such as they are) seem to feel the English writers had an edge in this dreary routine, and that the Americans, (even the creator of Philo Vance–probably the most asinine character in detective fiction) only made the Junior Varsity.
This, the classic detective story, has learned nothing and forgotten nothing. It is the story you will find almost any week in the big shiny magazines, handsomely illustrated, and paying due deference to virginal love and the right kind of luxury goods. Perhaps the tempo has become a trifle faster, and the dialogue a little more glib. There are more frozen daiquiris and stingers ordered, and fewer glasses of crusty old port; more clothes by Vogue, and décors by the House Beautiful, more chic, but not more truth. We spend more time in Miami hotels and Cape Cod summer colonies and go not so often down by the old gray sundial in the Elizabethan garden. But fundamentally it is the same careful grouping of suspects, the same utterly incomprehensible trick of how somebody stabbed Mrs. Pottington Postlethwaite III with the solid platinum poignard just as she flatted on the top note of the Bell Song from Lakmé in the presence of fifteen ill-assorted guests; the same ingenue in fur-trimmed pajamas screaming in the night to make the company pop in and out of doors and ball up the timetable; the same moody silence next day as they sit around sipping Singapore slings and sneering at each other, while the flat-feet crawl to and fro under the Persian rugs, with their derby hats on.
Personally I like the English style better. It is not quite so brittle, and the people as a rule, just wear clothes and drink drinks. There is more sense of background, as if Cheesecake Manor really existed all around and not just the part the camera sees; there are more long walks over the Downs and the characters don’t all try to behave as if they had just been tested by MGM. The English may not always be the best writers in the world, but they are incomparably the best dull writers.
There is a very simple statement to be made about all these stories: they do not really come off intellectually as problems, and they do not come off artistically as fiction. They are too contrived, and too little aware of what goes on in the world. They try to be honest, but honesty is an art. The poor writer is dishonest without knowing it, and the fairly good one can be dishonest because he doesn’t know what to be honest about. He thinks a complicated murder scheme which baffles the lazy reader, who won’t be bothered itemizing the details, will also baffle the police, whose business is with details. The boys with their feet on the desks know that the easiest murder case in the world to break is the one somebody tried to get very cute with; the one that really bothers them is the murder somebody only thought of two minutes before he pulled it off. But if the writers of this fiction wrote about the kind of murders that happen, they would also have to write about the authentic flavor of life as it is lived. And since they cannot do that, they pretend that what they do is what should be done. Which is begging the question–and the best of them know it.
In her introduction to the first Omnibus of Crime, Dorothy Sayers wrote: "It (the detective story) does not, and by hypothesis never can, attain the loftiest level of literary achievement." And she suggested somewhere else that this is because it is a "literature of escape" and not "a literature of expression." I do not know what the loftiest level of literary achievement is: neither did Aeschylus or Shakespeare; neither does Miss Sayers. Other things being equal, which they never are, a more powerful theme will provoke a more powerful performance. Yet some very dull books have been written about God, and some very fine ones about how to make a living and stay fairly honest. It is always a matter of who writes the stuff, and what he has in him to write it with. As for literature of expression and literature of escape, this is critics’ jargon, a use of abstract words as if they had absolute meanings. Everything written with vitality expresses that vitality; there are no dull subjects, only dull minds. All men who read escape from something else into what lies behind the printed page; the quality of the dream may be argued, but its release has become a functional necessity. All men must escape at times from the deadly rhythm of their private thoughts. It is part of the process of life among thinking beings. It is one of the things that distinguish them from the three-toed sloth; he apparently–one can never be quite sure–is perfectly content hanging upside down on a branch, and not even reading Walter Lippmann. I hold no particular brief for the detective story as the ideal escape. I merely say that all reading for pleasure is escape, whether it be Greek, mathematics, astronomy, Benedetto Croce, or The Diary of the Forgotten Man. Tosay otherwise is to be an intellectual snob, and a juvenile at the art of living.
I do not think such considerations moved Miss Dorothy Sayers to her essay in critical futility.
I think what was really gnawing at her mind was the slow realization that her kind of detective story was an arid formula which could not even satisfy its own implications. It was second-grade literature because it was not about the things that could make first-grade literature. If it started out to be about real people (and she could write about them–her minor nor characters show that), they must very soon do unreal things in order to form the artificial pattern required by the plot. When they did unreal things, they ceased to be real themselves. They became puppets and cardboard lovers and papier mâché villains and detectives of exquisite and impossible gentility. The only kind of writer who could be happy with these properties was the one who did not know what reality was. Dorothy Sayers’ own stories show that she was annoyed by this triteness; the weakest element in them is the part that makes them detective stories, the strongest the part which could be removed without touching the "problem of logic and deduction." Yet she could not or would not give her characters their heads and let them make their own mystery. It took a much simpler and more direct mind than hers to do that.
In the Long Week-End, which is a drastically competent account of English life and manners in the decade following the first World War, Robert Graves and Alan Hodge gave some attention to the detective story. They were just as traditionally English as the ornaments of the Golden Age, and they wrote of the time in which these writers were almost as well-known as any writers in the world. Their books in one form or another sold into the millions, and in a dozen languages. These were the people who fixed the form and established the rules and founded the famous Detection Club, which is a Parnassus of English writers of mystery. Its roster includes practically every important writer of detective fiction since Conan Doyle. But Graves and Hodge decided that during this whole period only one first-class writer had written detective stories at all. An American, Dashiell Hammett. Traditional or not, Graves and Hodge were not fuddy-duddy connoisseurs of the second rate; they could see what went on in the world and that the detective story of their time didn’t; and they were aware that writers who have the vision and the ability to produce real fiction do not produce unreal fiction.
How original a writer Hammett really was, it isn’t easy to decide now, even if it mattered. He was one of a group, the only one who achieved critical recognition, but not the only one who wrote or tried to write realistic mystery fiction. All literary movements are like this; some one individual is picked out to represent the whole movement; he is usually the culmination of the movement. Hammett was the ace performer, but there is nothing in his work that is not implicit in the early novels and short stories of Hemingway. Yet for all I know, Hemingway may have learned something from Hammett, as well as from writers like Dreiser, Ring Lardner, Carl Sandburg, Sherwood Anderson and himself. A rather revolutionary debunking of both the language and material of fiction had been going on for some time. It probably started in poetry; almost everything does. You can take it clear back to Walt Whitman, if you like. But Hammett applied it to the detective story, and this, because of its heavy crust of English gentility and American pseudo- gentility, was pretty hard to get moving. I doubt that Hammett had any deliberate artistic aims whatever; he was trying to make a living by writing something he had first hand information about. He made some of it up; all writers do; but it had a basis in fact; it was made up out of real things. The only reality the English detection writers knew was the conversational accent of Surbiton and Bognor Regis. If they wrote about dukes and Venetian vases, they knew no more about them out of their own experience than the well-heeled Hollywood character knows about the French Modernists that hang in his Bel-Air château or the semi-antique Chippendale-cum-cobbler’s bench that he uses for a coffee table. Hammett took murder out of the Venetian vase and dropped it into the alley; it doesn’t have to stay there forever, but it was a good idea to begin by getting as far as possible from Emily Post’s idea of how a well-bred debutante gnaws a chicken wing. He wrote at first (and almost to the end) for people with a sharp, aggressive attitude to life. They were not afraid of the seamy side of things; they lived there. Violence did not dismay them; it was right down their street.
Hammett gave murder back to the kind of people that commit it for reasons, not just to provide a corpse; and with the means at hand, not with hand-wrought duelling pistols, curare, and tropical fish. He put these people down on paper as they are, and he made them talk and think in the language they customarily used for these purposes. He had style, but his audience didn’t know it, because it was in a language not supposed to be capable of such refinements. They thought they were getting a good meaty melodrama written in the kind of lingo they imagined they spoke themselves. It was, in a sense, but it was much more. All language begins with speech, and the speech of common men at that, but when it develops to the point of becoming a literary medium it only looks like speech. Hammett’s style at its worst was almost as formalized as a page of Marius the Epicurean; at its best it could say almost anything. I believe this style, which does not belong to Hammett or to anybody, but is the American language (and not even exclusively that any more), can say things he did not know how to say or feel the need of saying. In his hands it had no overtones, left no echo, evoked no image beyond a distant hill. He is said to have lacked heart, yet the story he thought most of himself is the record of a man’s devotion to a friend. He was spare, frugal, hardboiled, but he did over and over again what only the best writers can ever do at all. He wrote scenes that seemed never to have been written before.
With all this he did not wreck the formal detective story. Nobody can; production demands a form that can be produced. Realism takes too much talent, too much knowledge, too much awareness. Hammett may have loosened it up a little here, and sharpened it a little there. Certainly all but the stupidest and most meretricious writers are more conscious of their artificiality than they used to be. And he demonstrated that the detective story can be important writing. The Maltese Falcon may or may not be a work of genius, but an art which is capable of it is not "by hypothesis" incapable of anything. Once a detective story can be as good as this, only the pedants will deny that it could be even better. Hammett did something else, he made the detective story fun to write, not an exhausting concatenation of insignificant clues. Without him there might not have been a regional mystery as clever as Percival Wilde’s Inquest, or an ironic study as able as Raymond Postgate’s Verdict of Twelve, or a savage piece of intellectual double-talk like Kenneth Fearing’s The Dagger of the Mind, or a tragi-comic idealization of the murderer as in Donald Henderson’s Mr. Bowling Buys a Newspaper, or even a gay and intriguing Hollywoodian gambol like Richard Sale’s Lazarus No. 7.
The realistic style is easy to abuse: from haste, from lack of awareness, from inability to bridge the chasm that lies between what a writer would like to be able to say and what he actually knows how to say. It is easy to fake; brutality is not strength, flipness is not wit, edge-of-the-chair writing can be as boring as flat writing; dalliance with promiscuous blondes can be very dull stuff when described by goaty young men with no other purpose in mind than to describe dalliance with promiscuous blondes. There has been so much of this sort of thing that if a character in a detective story says, "Yeah," the author is automatically a Hammett imitator.
And there arc still quite a few people around who say that Hammett did not write detective stories at all, merely hardboiled chronicles of mean streets with a perfunctory mystery element dropped in like the olive in a martini. These are the flustered old ladies–of both sexes (or no sex) and almost all ages–who like their murders scented with magnolia blossoms and do not care to be reminded that murder is an act of infinite cruelty, even if the perpetrators sometimes look like playboys or college professors or nice motherly women with softly graying hair. There are also a few badly-scared champions of the formal or the classic mystery who think no story is a detective story which does not pose a formal and exact problem and arrange the clues around it with neat labels on them. Such would point out, for example, that in reading TheMaltese Falcon no one concerns himself with who killed Spade’s partner, Archer (which is the only formal problem of the story) because the reader is kept thinking about something else. Yet in The Glass Key the reader is constantly reminded that the question is who killed Taylor Henry, and exactly the same effect is obtained; an effect of movement, intrigue, cross-purposes and the gradual elucidation of character, which is all the detective story has any right to be about anyway. The rest is spillikins in the parlor.
But all this (and Hammett too) is for me not quite enough. The realist in murder writes of a world in which gangsters can rule nations and almost rule cities, in which hotels and apartment houses and celebrated restaurants are owned by men who made their money out of brothels, in which a screen star can be the fingerman for a mob, and the nice man down the hall is a boss of the numbers racket; a world where a judge with a cellar full of bootleg liquor can send a man to jail for having a pint in his pocket, where the mayor of your town may have condoned murder as an instrument of moneymaking, where no man can walk down a dark street in safety because law and order are things we talk about but refrain from practising; a world where you may witness a hold-up in broad daylight and see who did it, but you will fade quickly back into the crowd rather than tell anyone, because the hold-up men may have friends with long guns, or the police may not like your testimony, and in any case the shyster for the defense will be allowed to abuse and vilify you in open court, before a jury of selected morons, without any but the most perfunctory interference from a political judge.
It is not a very fragrant world, but it is the world you live in, and certain writers with tough minds and a cool spirit of detachment can make very interesting and even amusing patterns out of it. It is not funny that a man should be killed, but it is sometimes funny that he should be killed for so little, and that his death should be the coin of what we call civilization. All this still is not quite enough.
In everything that can be called art there is a quality of redemption. It may be pure tragedy, if it is high tragedy, and it may be pity and irony, and it may be the raucous laughter of the strong man. But down these mean streets a man must go who is not himself mean, who is neither tarnished nor afraid. The detective in this kind of story must be such a man. He is the hero, he is everything. He must be a complete man and a common man and yet an unusual man. He must be, to use a rather weathered phrase, a man of honor, by instinct, by inevitability, without thought of it, and certainly without saying it. He must be the best man in his world and a good enough man for any world. I do not care much about his private life; he is neither a eunuch nor a satyr; I think he might seduce a duchess and I am quite sure he would not spoil a virgin; if he is a man of honor in one thing, he is that in all things. He is a relatively poor man, or he would not be a detective at all. He is a common man or he could not go among common people. He has a sense of character, or he would not know his job. He will take no man’s money dishonestly and no man’s insolence without a due and dispassionate revenge. He is a lonely man and his pride is that you will treat him as a proud man or be very sorry you ever saw him. He talks as the man of his age talks, that is, with rude wit, a lively sense of the grotesque, a disgust for sham, and a contempt for pettiness. The story is his adventure in search of a hidden truth, and it would be no adventure if it did not happen to a man fit for adventure. He has a range of awareness that startles you, but it belongs to him by right, because it belongs to the world he lives in.
If there were enough like him, I think the world would be a very safe place to live in, and yet not too dull to be worth living in.